Möhör Ağa

Röportaj

Celil ÇINKIR

ANDIRIN TARİHİNDE VE KÜLTÜRÜNDE ÇOK ÖNEMLİ VE ÇOK RENKLİ BİR SİMA

MÖHÖR AĞA

Ben Celil ÇINKIR. Bugün 15 Ekim 2018 Kahramanmaraş il merkezinde Möhör Ağa olarak bilinen Mühürdar Nurdoğan'ın oğlu olan ve halen Kahramanmaraş’ta ikamet eden Necip Nurdoğan amcamız ile beraberiz. Necip amcamız aslen Andırın ilçesine bağlı Gökgedik Mahallesi'nden eski ismi ile Keşkahlı Mahallesi'nden olup 1929 doğumludur. Biz kendisine Möhör Ağa kimdir, Keşkahlı ismi nereden geliyor, Keşkahlı ve Möhör Ağa arasındaki bağ nedir? Necip Amcamız bunlar ile ilgili neler biliyor ise bize anlatmasını rica edeceğiz. Ben sözü fazla uzatmadan Necip Nurdoğan amcamıza bırakıyorum. Buyurun efendim.

Necip NURDOĞAN: Niyazi Altıntaş'ın babası Hamza Altıntaş'tan öğrendiğime göre, Hamza Altıntaş bana Azerbaycan'dan geldiğimizi ve kökümüzün Azerbaycan'dan olduğunu söyledi. Azerbaycan'dan geldiğimiz yerleşim yerinin ismi Keşkekli imiş. Atalarımız Cumhuriyet kurulmadan önce Keşkeklioğlu lakabını kullanmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra, Soyadı Kanunu'nun çıkması ile birlikte Nurdoğan soyadını almışız. Babamın babası Mulla Hüseyin. Çocuk okutur imiş yani eskimez yazı ile çocuk okutur imiş. Anasının adı Ayşe Hatun. Toplam 6 Kardeşler. Kardeşler'den bir tanesi en büyüğü Mehmet Ağa, ondan sonra Halil, ondan sonra babam Mühürdar, babamdan sonra Lütfi, Lütfi'den sonra da Ali. En küçükleri babamın yerine askere gitmiş ve askerde de vefat etmiş.

Babamın doğum tarihini 1878 olarak biliyoruz. Babası Molla Hüseyin ve annesi Ayşe hatundan olma. Babam çok merhametli ve çok cömert bir insan idi. İsteyeni boş göndermeyen birisiydi. Benim çocukluğum sırasında, çiftlik olarak kullandığı yerde, 150'nin üzerinde keçisi, 30 - 40 kadar koyunu ve 20-30 kadar da sığır, inek cinsinden büyükbaş hayvanı, 5 - 6 tane manda ve 5-6 tane katır, merkep ve bir çok atlarımızın olduğunu hatırlıyorum. Katırlar ile Osmaniye'den ve Maraş'tan kervanlar halinde yük getirdiklerini, oralara da satmak için kereste götürdüklerini biliyorum. Bu işlerden dolayı o günün şartlarında çok para kazanırlardı. Kazandığı parayı olduğu gibi harcardı. Mesela Dörtyol ilçesinin Kuzucak nahiyesinden İbrahim isminde bir arkadaşı var imiş. Bu adam askerden geliyor. Adamın tarlası takımı çok, çift sürmek için bir tek öküzü var ama ikinci öküzü yoğumuş. Ne yapayım, ne edeyim diye düşünürken, buna diyorlar ki, Andırın’da Yaycıoğlu İbrahim Ağa var, sen onun yanına git, o sana verir diyorlar. O zamanlar İbrahim Ağa memleketin bir numaralı zengini. Adam hayvanına portakalı yüklüyor, geliyor efendim önce babamı buluyor. Babamla beraber İbrahim Ağa’nın odasına gidiyorlar. Portakalı veriyorlar. Ondan sonra da bu meseleyi anlatıyor. “Ben askerden geldim. Tarlamı takımımı süreceğim bir öküzüm var ikincisi yok. Senin yardım edeceğini tavsiye ettiler ben de bunun üzerine size geldim,” diyor.

İbrahim Ağa, “Biz her gelene bir öküz verecek olursak iflas ederik”, diyor. “Şuna bir gırat çeltik verin, çuvalına koyun da gönderin”, diyor. İbrahim Ağa’nın bu davranışı babamın çok zoruna gidiyor. Arkadaşına; “Sen burada bekle”, diyor. Babamın, birisinde bir öküz parasından daha fazla bir alacağı varımış. Bu adamın yanına gidiyor. Adam iyi bir öküz vermek istemiş o zaman. Nakit parası yoğumuş Allah’ın takdirine bak. Babam adamdan öküzü alıp getiriyor, adama teslim ediyor, gidiyor. Ben oraya birkaç sefer gittim. Oğlu Fikri var idi. İbrahim Ağa’nın. Onlara Ateşoğulları derler. Köylerinin en zenginleri bunlar. Ziyarete gittim oraya. Babamın cömertliğinden bahsederlerdi onlar. Bizim Keşkahlıların bir kısmı da Saimbeyli’nin Karsavuran Köyü’nde. Orda da İzzet Ağa isminde birisi var. Gittim onu da ziyaret ettim. Arif Ağa, Tahrirat Katibi. Onunla tanıştım. Ordan da bir tanesi gelmiş babamdan at istemiş. Ona da at vermiş. Mesela birisi keçi istiyor, keçi veriyor. Yani öyle yok diye bir şey yok. Deminki dediğim gibi yani her cins malımız var. 150 tane keçi, Almadağı'na yaylaya giderdik. 20-30 tane koyun 15-20 tane sığır, beş altı tane katır, beş altı tane manda, merkep, vesaire. Hayvanlara harmanda denilen kişiler bakardı o zamanlar. İki üç tane harmandamız vardı o günlerde. Ev işlerine yardım edenlere de besleme derlerdi. İki üç tane de beslememiz var idi. Bunlar hizmet ederlerdi.

Alma Dağı'nda şöyle bir hadise geçiyor. Zülfikaroğlu Hacı Be adında bir ağa var idi. Zülfikaroğlu Hacıbeğ, milletvekilliği yapan Ali Be'nin amcasıdır. Hacı Be, çadırında iken, çadırlarının üst kısmına bir bölük davar geliyor. Bu davarlar kimin diye soruyor. Möhör Ağa'nın diyorlar. İçinden en iyisini seçin, getirin diyor. Getiriyorlar ve orada davarı kesiyorlar. Davarın budunun bir tanesini derinin arasına koyuyorlar. Möhör Ağa'ya yolluyorlar. Tepenin bir tarafında bizim evler, öbür tarafında da onların çadırları var. Eti getirenler, babama malı gibi yesinler diyor. Akşam bakıyorlar, çobanlar biliyor tabii. Babam durumu anlıyor, davarın bir tanesi noksan. Babam tebessümle karşılıyor durumu. Helali hoş olsun diyor. 150 davarın erkek oğlağının tamamı gelen misafirlere kesilirdi. Geriye hiç erkek oğlak kalmazdı. Babam misafir ağırlamayı çok severdi. Misafir olmadığı zaman öyle bir adamdı ki, çok üzülürdü. Biz onun tırnağı olamayız. Misafir olmadığı zaman köyün en fakirini çağırtır onunla beraber yemek yerdi.

Medrese okumuş, eskimez yazıyı hem yazar ve hem de okurdu. Anam da medresede okumuş. Birbirlerine evde misafir olduğu zaman, yüksek sesle konuşmadan, bir kağıda yazarak haberleştiklerini biliyorum.

Teravih namazını kıldırdığını biliyorum. Köylüler köyün imamı olan Kamil hocayı pek sevmezdi. Onun için Teravih namazını köylüler misafir odası denilen yerde babamın arkasında kılarlardı. Bir gün çocuğum ben tabi. Çok küçük bir çocuğum. Safın arasında gezerken yerde bir çakmak gördüm yere düşmüş çakmak tabi. Çakmağı aldım. Çakmağın yanında bir de bıçak vardı. Bıçağı da aldım. Çakmakla bıçağı bileylemeye başladım. Benim bu halimi gören cemaat gülmeye başladı. Hepsinin namazı gitti tabi. Babam namaz kıldırırken yaşadığım o anı hiç unutmam. Hatıralarımız çok fazla. Babam çok iyi bir insandı.

Anamın öldüğünü ben hiç bilmiyorum. Ben çok küçük yaşlarda iken Anam ölmüş. Babam Onun için beni çok nazlardı. Gittiği her yere beni de götürürdü. Benimle çocuk gibi oyun oynardı. Bir gün babamla çellik oynuyoruz. Yani büyüklüğünü söylemek istiyorum. Bunu hiç kimse böyle yapamaz. 2 tane taş var. Çelliği taşların arasına koyuyorum. Vurursa kendi geliyor, ben gidiyorum. Daha ilkokul falan yok. Attı, “vurdum”, dedi. Vuramadın, oşşşt dedim. Ben de sennen oynamıyom dedi. Ben de sennen oynamıyom demesi o kadar içime battı ki. Şimdi bilene o anı hatırladıkça içim sızlıyor. Hangi birimiz oşşşt diyecek de babasına, bir tokat vurmayacak, babasından dayak yemeyecek. Kaç tane baba yapar onun yaptığını acaba? Babam çok olgun ve anlayışlı bir adamıdı. Bir de bize derdi ki; “Oğlum, çatacaksanız sizden güçlü ve kuvvetli olana, hem madde yönünden ve hem de başka açıdan güçlü olana çatın, zayıf ve güçsüz olanı kim olsa yener ve döver”, derdi. Mesela bir gün, Mehmet amcamın Rıza adında bir oğlu varıdı. Böyle çok babayiğit biri. Köyden İbiş Osman adında bir tanesi, bişey dedi, ne dediyse. Rıza, İbiş Osman’a elinin tersiyinen bir vurunca iki üç dombalak birden döndü. Kara çalı varıdı. Dikenlerinin arasına yıkıldı. O şekilde dövdü. İstediklerini düveller, istediklerini kayırırlarıdı. Hatta ufak tefek şeylerde mahkemeye gitmezlerdi. Babama arz ederler idi. Gelirler söylerlerdi. Babam halleder idi. Mesela ekin biçilecek, imece usulüyünen. 31 kişi gelir, bir gün iki gün içinde davulunan, zurnayınan, davarlar kesilerek, don kazanlarının içinde yemekler yapılır, yer içerler, ekini biçerleridi. Bağ sürülecek. İki bin tevek bağ varıdı Keşkahlıda. Her türlü üzüm varıdı.

Celil ÇINKIR: Üzümlerden ne yaparlardı?

Necip NURDOĞAN: Pekmez yaparlarıdı. Sucuk yaparlarıdı. Gelen geden yeridi. Ticari amaç güdülmezidi. Gelene gedene verilirdi. Herkes yeridi. Mesela Garasu’da evin etrafın, iki üç dönüm bahça varıdı. Domates, biber, patlıcan, ne dersen yetişirdi. Hiç satma falan olmazdı. Kim gelirse alır giderdi. Gelen geden yer idi. Garasu, Maraş’a gelen suyun gözünün çıktığı yer. Garasu’yun gözünü Zülfiyarlı almak istiyor. Onlar oraya bir şey yaptırıyor. Onu yıktırıyor babam. Bakıyorlar ki iş olmayacak. Babam orayı kendi alıyor ve oraya çiftlik gibi bir şey yapıyor. Ben çocuk iken orada cami varıdı. Halbuki o yıllarda Kesim’de, Mesimde, Andırın’ın bir çok yerinde cami diye bir şey yoğudu.

Celil ÇINKIR: O camiyi babanız mı yaptırdı acaba?

Necip NURDOĞAN: Kimin yaptırdığını bilmem ama cami varıdı. Minaresi yoğudu caminin. Ezanı yüksekçe bir yere çıkıp okurlarıdı. “Tanrı Uludur, Tanrı Uludur”, diye okurlarıdı ezanı. Diynedik yani onu.

Celil ÇINKIR: Babanızın evlilik hayatından bahseder misiniz biraz? Babanızın başından kaç evlilik geçmiş mesela?

Necip NURDOĞAN: Babamın başından altı tane evlilik geçmiş. Babam 6 hanımla bir arada durmamış. Önce aldığı hanımı ölmüş. Halil abimin anasıyıdı. Onun adı Cennet idi. Ondan sonra Safiye anamızı almış. Babamın ilk aldığı Cennet Hanım, Köşürge tarafından, yani Ayşepınarı denen yerden. Ondan sonra aldığı Safiye anamız, Mıstıklı tarafından. Ömer varıdı dayımız. Deccer Ömer derleridi. Onun bacısını almış. Ondan sonra Dudu Hatunu almış. Dudu Hatun Andırın’ın içinden. Ali çocukları derler sülalesine. Andırın’ın en zengin ailelerinden birinin kızı Dudu Hatun. Andırın’ın üçte bir, yahut dörtte biri onlara ait imiş. Ama Hacı Hüseyin alkolikti. Satıp yemeyinen bitiremedi. Onun bir tene de gardaşı varımış. O da genç yaşında ölmüş. Dudu hatun da onların bacısı. Dudu Hatun Gökşenlilerden. Çok bilgili, görgülü, misafirperver birisi olduğu söyleniyor. Ondan sonra da İsmet. Kalalılardan. Kalalılar da Andırın’ın için. Sıddık varıdı. Eczacı Nebi’nin işyerinin arkasında, büyük bir ada gibi yer var. Orası tamamen onlarınıdı. Kalalı Ahmet Efendi’nin kızı İsmet. Kardaşı Kalalı Ömer varıdı, Kalalı Sıddık varıdı. Ömer’in oğlu Niyazi varıdı. Niyazi Andırın’da Belediye Başkanlığı yaptı. Niyazi askerde iken güreş yaparımış. Pehlivanımış. Türkiye şampiyonu olmuş. Nuri varıdı fotoğrafçı. Onların soyadı Sağlam. İstanbul’da Ufuk Sağlam var. O da onlardan. Onların yeğeni. Ondan sonra benim anamı almış. Köse Müftü’nün kızını. Ondan sonra Serinlerden. Çepnioğulları derler. Onlar da belli bir aile.

Celil ÇINKIR: Möhör Ağa, Köse Müftü’nün bacısı ile evleniyor mu?

Necip NURDOĞAN: Köse Müftü, babamın bacısı Nimet Hatunnan evleniyor. Karışıklık olmasın. Nimet halam Maraş’ta evliyimiş. Noluyorsa bişeyler oluyor ve boşanıyor. Çok güzelidi Nimet halam. Köse Müftü dedem, Nimet halamınan evleniyor. Dedem dördünü bir arada bulunduruyor ama babam bulundurmuyor. Babamın hanımları öldükçe, babam yeniden evleniyor. Ondan sonra Sultan Hatunnan evleniyor. Paşaoğlu varıdı. Bilmem tanın mı? Andırın’ın ileri gelen adamlarındanıdı. İbrahim Efendi varıdı nüfus katibi. Kaymakamlığın karşısındaki arsalar hep onlarınıdı. En son Sultan Hatunnan evleniyor. Yokuş Sokak’taki Möhör Ağa Konağı Dudu Hatun’dan kalır. Ali ve Remzi orda dururlar. Matbaacı Mustafa Zengin’in yerini bizim biraderler sattı. Arka taraftaki okula kadar hepsi Aliçocuklarının idi. Sağlık ocağının oraya kadar Aliçocuklarının imiş. Andırın’ın en eski evidir Möhör Ağa Konağı. Ben o konağın ne zaman yapıldığını bilmem. En azından yüz senelik vardır o bina. O zamanın mimarisine göre iki katlı yapılıyor. Alt katında at falan bağlanırımış. Oldukça geniş, misafir odalı. Möhör Ağa Konağı, Şu anda Mustafa Zengin’in yaşadığı binadır. İlk başlangıçta bu bina topraktan dam imiş. İki katlı. Mustafa Zengin kendisi yeniden yaptırıyor.

Celil ÇINKIR: Möhör Ağa Andırın’a ne zaman göç ediyor?

Necip NURDOĞAN: Onu bilemiyorum. Andırın’a geldiğinde en büyük evi babam yaptırıyor. Aynı mimari tarzında Garasu’da da evimiz varıdı. Keşkahlı’da da varıdı. Üç yerdeki evimizin üçü de iki katlı idi. Keşkahlı’daki evimiz caminin hemen yanı başındaydı. Kamil Hoca’nın evi ile yakındı. Kamil Hoca’nın evinin biraz berisindeyidi. Orada bir pınar varıdı. Bizim yeri şimdi öğretmen, imam evi yapmışlar.

Celil ÇINKIR: Almadağı tarafında yerleriniz var mı halen? Bir de biraz önce davulla zurnayla ekin biçmekten bahsettiniz. Siz böyle ekin biçmeye tanık oldunuz mu? Onu biraz anlatır mısınız?

Necip NURDOĞAN: Almadağı tarafında tarlalarımız varıdı. Tabi çoğu satıldı, katıldı onların. Ekip biçeridik. Davulunan zurnayının ekin biçeridik. İmece usulü ile biçilirdi. Başta bir tanesi olurdu. Hep beraber ellere ağaçtan yapılan ellikler takılır ve orakla biçilirdi ekinler. Eskiden şimdiki gibi tarım aletleri yoğudu. Biçilen ekinler deste yapılarak sırtta taşınır ve harman edilir idi. İmece usulüyle ekin biçmeler bir iki gün devam ederidi. Tarlamız 100 dönümün üzerindeyidi.O zamanlar patos falan yoğudu. Harmanlar gem ile sürülürdü. Öküz veya at kullanılırdı gem sürerken. Genellikle öküzünen sürülürdü harmanlar.

Celil ÇINKIR: Neden Möhör Ağa demişler babanıza?

Necip NURDOĞAN: Babamın adı sahibi de Möhör Ağa imiş. Ordan geliyor babamın adı. Dedem padişahın veznedarlığını yapmış. Padişahın mühürü varımış dedemde. Mühürdarlığın ordan geldiğini söylüyorlar ama ben onları tam olarak bilmiyorum. Ben yaşadıklarımı söylüyorum. Yalnız babam tek kelimeyle çok cömert idi. Misafiri çok severdi. Ondan sonra böyle, paraya pula kıymet veren bir insan değilidi. Tahsilli biriyidi. Medreseye gitmiş zamanında. Eskimez yazıyı öğrenmiş. Hem yazar hem de okurdu. Babam tahsil hayatını Maraş’ta tamamlıyor. Hangi medreseye gitmiş onu bilmiyorum. Anam da mesela, Köse Müftü’nün kızı, medreseye gidiyor. Anam ile ilgili olarak Nenem şöyle anlatırdı. Anam akşamdan hiç ders çalışmazımış. Sabah kalktığı zamanda ana dersimi gece bana öğrettiler der imiş. Nenem ırahmatlık bunları anlatırken yaş gözlerinden akardı. Köse Müftü’nün ilk hanımı Emine Hatun. Osmaniye’nin Geze diye  Kasabası’ndan. Orda Hacı Mahmutoğlu, o da oranın en zengin adamı. Onun da bir hikayesi var. Bu ikisini söylediği zaman nenem ırahmatlık, gözlerinden yaş sicim gimi akardı. Babası hacca gitmiş deveyinen. Gelmiş. Kurban kesin demiş. Ne kesek demişler? Camızı kesin demiş. Gitmişler tutamamışlar. Camız kendisini yakalamak isteyeni süserimiş.  Gelmişler demişler ki; “yakalayamadık.” Hacı Mahmut çıkmış tepenin üstüne, ge mübarek gel hayırlı yola gideceksin diye seslenmiş mandaya. Camız meleye meleye gelmiş. Boynunu uzatmış ve o da kesmiş. Bunu nenem bizatihi gördüğü için ağlayarak anlatırdı. Yani elhamdülillah baba ve ana tarafı da

Celil ÇINKIR: Köse Müftü için bir parantez açalım ve biraz da ondan konuşalım. Yaptığım araştırmalara göre Andırın ilçesinin ilk resmi müftüsü Abdullah Efendi. İkinci sıradaki müftüsü ise Köse Müftü’dür. 1890’lı yıllarda Andırın kazası doğrudan Halep Vilayeti’ne bağlıdır. Halep Vilayeti’nin Dahiliye Nezareti’ne yani Osmanlı Devleti’nin İç İşleri Bakanlığı’na, Hacı Durdu Ağa’nın oğlu Yaycıoğlu İbrahim Ağa’nın kendi imkanları ile ve adamları ile devlete herhangi bir külfet getirmeden 1892 yılında 7 tane karyede (köyde) ilkokul ile 1897 yılında da Andırın ilçe merkezine yaptırdığı ortaokul nedeniyle yaptığı teklif ile Kapıcıbaşı rütbesi ile (Valilik Özel Kalem Müdürlüğü, o yıllarda özel kalem müdürleri ilçelerde valilerin yetkileri ile görev yaparlardı) taltif edilmesi teklif edilir. 1899 yılında da bu teklif kabul edilerek onaylanır. O tarihten itibaren ilçede noksan olan teşkilatlar süratle tamamlanmaya başlar ve ilk olarak Andırın’a müftülük teşkilatı kurulur. İki aday vardır müftülük makamı için. Abdullah Efendi ve Köse Müftü. Abdullah Efendi Kayseri’de ilim tahsil etmiştir. İcazetini ve şahadetnamesini oradan almıştır. Yaycıoğlu İbrahim Ağa tercihini Abdullah Efendi’den yana kullanır ve ilk müftüsü olarak Abdullah Efendi atanır. Abdullah Efendi’nin köyü Fakılar obası olarak anılmaya başlar. Onun çocukları ve torunları müftü lakabıyla anılırlar. (Kara Müftü, Koca Müftü, Küçük Müftü Vd.) Daha ilginç olanı ise Abdullah Efendi Bir buçuk iki yıl kadar müftülük yaptıktan sonra ölür ve Yaycıoğlu İbrahim Ağa, Abdullah Efendi’nin ölümüne çok üzülür. Onu o kadar çok sevmektedir ki, ilk doğan erkek çocuğunun adını Abdullah koyar ve onu da ismiyle değil de Müftüm diye sever. Abdullah Yaycıoğlu’nun lakabı Müftü’dür. Osman Tufan Paşa da ona Müftü diye hitap eder. Abdullah Efendi’nin ölümünden sonra Köse Müftü Andırın’ın ikinci müftüsü olarak atanır. Lakin o yıllarda Andırın ilçesini Zeytun ve Çukurhisar’dan gelen Ermeniler yakıp yıktıkları için İlçe teşkilatı 1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte ilçe teşkilatı lağv edilerek Göksun’a taşınır ve Andırın Göksun’dan yönetilmeye başlanır. Bu dönemde Köse Müftü Andırın müftülüğü görevini 1908 yılından itibaren Göksun’da yerine getirmektedir. Bu konuda siz neler diyeceksiniz efendim?

Necip NURDOĞAN: Yalan söylüyorlar, yok öyle bir şey. O belgeler kendilerinin uydurmaları. Ben 1940’lı yıllarda ortaokulu Maraş’ta okudum. Andırın’da değil ortaokul, ilkokul bile yok idi o zamanlarda. Peki ortaokul neredeymiş Andırın’da?  Benim babam bir defa Göksun müftüsü olarak görev yaptı.  Andırın müftüsü değildi ki görevi.

Celil ÇINKIR: 1908 yılında 2. Meşrutiyetin ilanı ile Maraş Halep’ten ayrılmış ve görülen lüzum üzerine Andırın ilçe teşkilatı lağvedilerek Andırın Göksun’a bağlı bir nahiye şekline getirilmiştir. Bu kapsamda ilçe teşkilatı tamamen lağvedilmiş ve bu lağvedilmeden okullar ve diğer kamu kurum ve kuruluşları da nasibini almıştır. Andırın Müftülüğü de lağvedilmiştir. 1908 yılına kadar Andırın’da ortaokul faaliyetine devam etmiştir. Hatta Osman Tufan Paşa anılarını kaleme aldığı kitabında “Andırın insanının okuma yazma oranı oldukça yüksekti”, derken bir gerçeği dile getirmektedir. Siz buna katılmasanız da bu Andırın’ın yadsınamaz gerçeğidir.

Necip NURDOĞAN: Sen beni dinle sen onlara itibar etme. Dinle. Ben ilkokulu Andırın’da okudum. Ortaokula da Maraş’a geldim. O zaman Kadirli’de yok ortaokul. Andırın’da ortaokul falan yok. Onu şişiriyorlar. Olsaydı ben Maraş’ta okumazdım ortaokulu. Bunlar doğru değil.

Celil ÇINKIR: Ben sizin zamanınızda ortaokul var demiyorum ki zaten. 1908 yılında Maraş 2. Meşrutiyetin ilanı ile Maraş Halep’ten ayrılmış ve görülen lüzum üzerine Andırın ilçe teşkilatı lağvedilerek Andırın Göksun’a bağlı bir nahiye şekline getirilince ortaokul da lağvedilen kurumlar arasında yerini almış. Malumları olduğu üzere Andırın, 1908 yılından, 1925 yılına kadar Göksun’a bağlı bir nahiye merkezi olarak yönetilmiş ve o 1925 yılında yeniden ilçe olmuştur. Osman Tufan Paşa’nın Andırın insanı için okuma yazma oranı çok yüksekti demesi sizce bir anlam ifade etmiyor mu?

Necip NURDOĞAN: Dedem Andırın’da çok insan okutmuştur. Eskimez yazıyınan çok insan yetiştiriyor. Dedem rahmetlik Göksun’un ilk müftüsü. Dedem hakkında Sadık ALBAYRAK’ın son Osmanlı ulemaları diye beş ciltlik bir kitabı var ve dedemin adı bu kitapta ilk Göksun Müftüsü diye geçer. Andırın’da Mandırın’da bir tek dedemin ismi geçer. Maraş’ta dedeminen barabar 5-6 kişi daha var. Orda dedemin ilk tahsilini babası Hacı Ömer Efendi de gördüğü, ondan sonra Maraş’ta Sadık isminde bir alimden dersler aldığı ve medresede okuduğu, ondan sonra da Kayseri’de Hacı Kasım Efendi’de okuduğunu belirtmektedir. Hatta Hacı Kasım Efendi de okurken, Hacı Kasım Efendi Sabahlara kadar ders çalışır gibi kitap okurmuş. Hanımı Hacı Kasım Efendi’ye sen talebe misin de bu kadar çok ders çalışıyorsun, kitap okuyorsun diye söylenince, hanım senin bilmediğin taraflar var. “Maraşlı Köse Müftü diye birisi var, o zaman Andırın’ın adı yok, beni soru yağmuruna tutuyor, bunaltıyor”, demiş. Sonunda adamcağız dayanamamış ve icazetini vererek kurtulmuş. Git de (hanımlarını kastederek, iki evliyimiş Hacı Kasım Efendi) annelerinden helallik al demiş. Köse Müftü helallik için vardığında, önce kendisini tanıtmış, ben Köse Müftü deyince Hacı Kasım Efendi’nin hanımı ben sana hakkımı helal etmiyorum, sen buraya geldin geleli hoca efendi daha sıcak yatağında yatmadı hiç demiş. Dedem Andırın’da hiç müftülük yapmadı.

Yaycılılar ihbar etmiş ve İstiklal mahkemesine gitmiş. Dedem için Yaycılılar; “Cumhuriyete muhalif konuşmalar yapıyor diye şikayet ediyorlar. Dedem İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıyor. Bayazıtlıların ve Yaycıoğullarının şikâyetleri neticesinde İstiklal Mahkemesi’ne gidiyor Dedem ırahmatlık. Orda bir yazıhane, o zamana göre en lüküs kıraathaneye gidek çay içek diyorlar sabahleyin. Çay içtikten sonra da mahkemeye gidecekler. Orda çay içerken, içeriye birisi giriyor. Herkes ayağa kalkıyor. İltifat gösteriyor. Dedem ırahmatlık hiç istifini bile bozmuyor. Ayeti Şerif’de buyuruluyor ki; “Bir kimseye nüfuzundan dolayı tevazu göstermek, imanın üçte ikisini götürür diyor. Onun için dedem hiç oralı bile olmuyor. Ondan sonra, o anda, kıraathanenin önünde iki tane kadın hareketleniyorlar. O kadınlar oradan geçerken, bu melun hocalar tüm devrimlere karşı geliyor demiş. Kadınlar kahveye girince millet ayağa kalkıyor, tazim ediyorlar ya, dedem ırahmatlık da kalkmıyor ya. O zaman dedem ırahmatlık diyor ki; “Yavru, yavru”, diyor. Adabı muaşerete aykırı şeyler bizim dinimizde yasak”, diyor. Şimdi şu kadının bütün güzelliği meydanda diyor. Ben, diyor, iki evliyim diyor. Şimdi bunlarınan evlenmek istiyorum ben diyor. Öyle deyince adam, elini ağzına yüzüne çalıyor. Bakamıyor ve gidiyor. Gittikten sonra da, hoca diyor ki; “Ne ettin sen yahu?”, diyor. Noldu diyor dedem ırahmatlık. O adam milli eğitim bakanı diyor. “kadınlar da milli eğitim bakanlığının müfettişleri” diyor. Dedem orda bir şey bir sıkıntı geçiriyor. Biraz sonra, onlarınan beraber bir adam geliyor. Dedemin eline yapışıyor. “Allah razı olsun”, diyor. “Ben diyor, Bursa Milletvekiliyim, benim gardaşım, Anayasa mahkemesinde başkanın birinci yardımcısı”, diyor. “Sen şu adını, soyadını ver, ben gardaşıma söylüyem, ben sana yardımcı olayım”, diyor. Dedem de veriyor ama acaba bunu şey mi gönderdi diye de tereddüt ediyor. Dedemi mahkemeye çağırıyorlar diyorlar ki; “Sen filan yerde, filan, filan, filan adamın yanında, şu şekilde söylemişsin”, diyor. “Evet”, diyor dedem. Bana isnat ettiğiniz suç “estauzubillah, şu surenin, şu ayeti”, diyor. “Ben”, diyor, “Bir hoca olarak, Allah’ın emirlerini kullarına tebliğ etmekle mecburum, ben vazifemi yaptım”, diyor. Gereği düşünüldü diyorlar. O ifadeyi Diyanete yazıyorlar. Ondan sonra, Diyanet İşleri Başkanı, Kur’an-ı Kerim tefsiri ile mahkemeye geliyor, dedemin bahsettiği sure ve ayeti bulduruyorlar ve okutuyorlar. Orda diyorlar ki bu kişi çok zeki, çok akıllı, arkasına halkı düşürebilir, isyan edebilir, bunun için, memuriyetten menine, haksız yere bunu şikayet edenlerin, altı ay sürgününe ve beşer yüz lira para cezasına çarptırılmasına, karar veriyorlar orda. O zaman Andırın’da ilçe yok. Zeytin ilçe. Zeytin var ya, şu kaplıcanın olduğu yer. Andırın Zeytin’e bağlı o zaman. O yaktı dedikleri yer Zeytin. Orayı yakıyorlar yani, ordaki her şeyi yakıyorlar yani. Belki Göksun da Zeytin’e bağlı.

Celil ÇINKIR: O dönemde karşılıklı suçlamalar ve iftiralar var. Köse Müftü de Yaycıoğlu İbrahim Ağa’yı şikayet ediyor. Yaycıoğlu İbrahim Ağa da İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıyor. Netice itibarıyla her ikisi de beraat ediyor. Yaycıoğlu İbrahim Ağa, Doğu Kilikya Cephesinde Andırın Grup Kumandanı olarak görevine devam ediyor ve devlet yöneticiliği görevine yaraşır bir şekilde hareket ederek, görevine devam etmesini sağlıyor asla vay efendim sen beni şikayet ettin diyerek intikam duygusuyla hareket etmiyor. Yiğidi öldürsek de hakkını inkâr teslim etmek lazım. Şu hususu net olarak ifade etmek lazım, bir bilgi yanlışlığı var, Andırın hiçbir zaman Zeytin’e bağlı olmadı. Andırın Halep’e bağlı oldu ama asla Zeytin’e bağlı olmadı.

Necip NURDOĞAN: Yok bizim bütün nüfus kayıtlarımız Zeytin’de. Çok iyi biliyorum yani. Netice itibarıyla ben ortaokula 1945 senesinde gittim. O zamanlar Andırın da ortaokul yoğudu. 1943’te Silifke’ye gittim, amcamın oğlu varıdı orda. Ziraat memuru idi. Babamı çok severidi. Benim babam, rahmetli, İsmet dedimidi ya, onun kızı varıdı, Münevver ablam. Münevver ablanın beyinin gardaşı, Konya askeri ortaokulunda öğretmenidi. Emin abi derdik gardaşına. O diyor ki, “Yahu böyle böyle, benim bir gaynım var, bunu buraya kaydet, benim hiç haberim olmadan beni oraya kaydettirdiler. Amcamın oğlu geliyor, yazık bu çocuğa diyor, bu askeri okulda yapamaz diyor, benim kaydımı ordan sildiriyor ve Silifke ortaokuluna kaydettiriyor. O zaman hiçbir yerde ortaokul yok. Ne Ceyhan’da ne de Kadirli’de. Hiçbir yerde yok. Bir Maraş’ta var ortaokul o zaman o bölgede. Maraş ortaokulu da kışlanın olduğu yerde idi. Onun için beni oraya gönderdi. Orda da bacısının birisi istedi. Onnan da ters düştüler. Bacısı analığının yanındıyadı. Onlar Maraş’a gelince beni de Maraş’a getirdiler. Babam 1944 yılının Şubat ayında rahmetli oldu. 1945 değil. Attan düşerek ölüyor Beğlik’te. Oraya da defnediyorlar.

Celil ÇINKIR: Beğlik’teki mezar taşında 1945 yazıyor ama.

Necip NURDOĞAN: Demek ki onu yanlış yazmışlar. Babam öldüğünde ben şok geçirdim. Yani Andırın’da ilkokul bile yok o zaman. Yani bu şimdi, herkes kendi hesabına şey ediyor. Doğru yazan doğru şey eden çok az. Yalan söyleyen tarih utansın diye bir kitap var, Kadir Mısıroğlu’nun yazdığı gibi yani.

Celil ÇINKIR: Ben size Yaycıoğlu İbrahim Ağa’nın hangi tarihte nereye ilkokul yaptırdığını, nereye de ortaokul yaptırdığını, bu okul yaptırmalardan dolayı da Halep Vilayetince de Dahiliye nezaretine Kapıcıbaşılık rütbesinin verilmesi ile ilgili teklifi ve Dahiliye Nezareti’nin de bu rütbeyi Yaycıoğlu İbrahim Ağa’ya tevdi edildiğinin belgesini ben size yollayacağım. O benim arşiv belgelerimin arasında var. Ben o belgeyi Başbakanlığa bağlı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün Osmanlı Arşivleri bölümünden almış ve transkripsiyonunu yapmıştım. Möhör Ağa, Kilikya Cephe Kumandanlığı emrinde İstiklal harbine katılmış mıdır? Bu konuda bilginiz var mı? Duyumlarınız var mı? Bu konudan da bahseder misiniz?

Necip NURDOĞAN: Babam ırahmatlık 160 çeteyinen Kozan’ın kurtuluşuna gidiyor. Benim Halil adında en büyük abim varıdı. O anlattıyıdı bana. Ben ondan işittim. Orada Tufan Paşa’dan ödül alıyor. İlk Ermeni’yi vurarak kafasını kesiyor ve Tufan Paşa’ya teslim ediyor. Hani onların hiç yazısı var mı tarihte, bir yerde.

Celil ÇINKIR: Necip Amca, 3-4 Şubat 2017 tarihinde Sütçü İmam Üniversitesi’nde Milli Mücadele’de Kahramanmaraş isimli bir sempozyum yapıldı ve ben o sempozyuma “Milli Mücadele’de Andırın” isimli bir tebliğ sundum ve rahmetli pederinizin takriben emrindeki 100-150 kişilik bir çeteyle Hem Maraş’a ve hem de Haçin (Saimbeyli) Harekatı’na katıldığından bahsettim o makalemde. Maraş’ta yayınlana kitaplarda da rahmetli pederinizin ismi yer alıyor. Ancak Maraş’ta hiç kimseye bireysel olarak istiklal madalyası verilmemiştir. Maraş’ın kendisine Altın İstiklal Madalyası verilmiştir. İstiklal Madalyası Sütçü İmam’a bile verilmemiştir. Onun için sitem etmemek lazım bence. Kahramanmaraş Büyükşehir Belediye Başkanlığı o sempozyumda sunulan tebliğleri kitap haline getirecek yakın zamanda, bildiğim kadarıyla şu anda basım için ihale aşamasındalar. O zaman siz babanızın da adını resmi kayıtlarda göreceksiniz.

Necip NURDOĞAN: Avkasır’ınan Sarı Mollalı arasında “Kırmızı Kilise” isminde bir kilise var. Ben o kiliseyi de gördüm. Babam çeteleriyinen geliyor o kiliseyi muhasara (kuşatma) altına alıyorlar. Bu işin içinde olan abimden dinledim bunu. Bizzat yaşamış Halil abim o zaman. Kilisedekiler o zaman; “Möhör Ağa bizi öldürmeden götürüp teslim etmeye kefil oluyorsa, tamam teslim olacağız, yoksa bir direnmeye devam edeceğiz”, diyorlar. Babam da tamam diyor. Ona rağmen bir tanesini de öldürüyorlar. Kırmızı Kilise’deki Ermenileri babam Maraş’a götürüyor. O 160 çete buradan sonra Kozan’a gidiyor. Kadirli’deki şeyleri gördüm ben, hiç alakası olmayan adamların ismi var.

Celil ÇINKIR: Yaycıoğlu İbrahim Ağa’nın kardeşi Ali Ağa yaklaşık 110 kişilik bir bölük ile Ağcadağ’ın kuzeyinden hareket ederek Haçin (Saimbeyli) Harekâtı’na katılma üzere hareket eder. Çokak’taki Latifoğlu Ahmet Paşa ‘da yaklaşık 500 kişilik bir kuvvetle Kadirli’ye ve oradan da Kozan üzerinden Haçin (Saimbeyli) Harekâtı’na katılır. Rahmetli babanız da 100-150 kişilik bir kuvvetle Latifoğlu Ahmet Paşa’nın yaptığı gibi hareket eder. Bunların hepsi makalemde kayıtlı benim. Benim emin olmadığım bir şey vardı Möhör Ağa’nın Milli Mücadele’de Haçin Harekâtı’na katılmasıyla ilgili olarak. Ağcadağ’ın kuzeyinden mi gitti acaba diye. Siz Kozan’da Tufan Paşa’dan ödül aldı deyince yanlış yazmadığıma inandım. Çünkü Ali Ağa’nın hem Osman Tufan’a, hem Maraş’taki Kolordu Komutanı olan Selahaddin Adil Bey’e ve hem de Yaycıoğlu İbrahim Ağa’ya çektiği telgraflarda sadece kendi kuvvetlerinden bahsetmektedir. Zira bu harekâtta sıklet merkezi Kozan üzerinden yapılacak harekattır. Bu harekat Ekim 1920’nin ortalarında olur. Andırın köylerinde Kozan’da ve Haçin (Saimbeyli)’de yapılan harekâtta şehidi olmayan köy yok yoktur.

Necip NURDOĞAN: Benim en büyük biraderimin anlattığına göre Kozan’a gidiyor babam çeteleriynen. Babamın çetelerinin hepsi de silahlıdır. Benim söylediklerim birinci ağızdan nakledilenlerdir.

Celil ÇINKIR: Necip Amca ben bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyorum. Allah sizden razı olsun. Köse Müftü’ye ve Möhör Ağa’ya Allah gani gani rahmet eylesin, sizlere de uzun ve sağlıklı ömürler versin diyorum.