İş Adamı Mustafa Dal

Söyleşi: Hüsnü KARCI


Çok kazanarak zenginliği elde edipte idealleri, hedefleri,  hayata dair felsefeleri olmayan zenginler; Yaradan’ın verdiği nimetleri doğru amaçlar çerçevesinde  harcamasını bilmeden zenginliği; bu dünyanın  tüm nimetlerini olabildiğince, gücünün yetebildiğince elde edebilmek; abur-cuburlar la zevk-ü sefalara  dalarak yemek-içmek-eğlenmek; “altta kalanların(veli nimetlerinin)  canı çıksın” hesabı üzerlerine yapışan gurur-kibir gibi marazi  ruh halleriyle de, etraflarında olan bitenleri fark edemeden; gösteriş ve kompleks  gibi hastalıklara kapılarak, hayatın gerçek hazzından bi haber olarak yaşamaktadırlar.

İş Adamı Mehmet Dal, yukarıda belirttiğim İş Adamı profiline  tezat  insana,  insanlığa dair bir çok gerçeği kavramış bilgeliği ile  bizlere, yaşama dair önemli ip uçları vermektedir…

Mustafa Dal’ı tanıyabilir miyiz?

Andırın Kazası’nın “Boğazören Köyü”nde doğdum. Babama Hacı Bayram’  derler. Babamın  himayesinde yetiştim. Netice  itibariyle on-on iki yaşımdan itibaren ticarete atıldım.

Küçük yaşta ticarete atıldınız. Ne alıp - sattınız?

İlk yaptığım iş,  ceviz ticareti idi. Ceviz alır, kırdırır, Adana’ya götürüp satardım. Adana’da da Maraşlı bir hemşeri vardı. Allah rahmet eylesin. O da bana yardımcı olurdu.

Ticareti ceviz satarak öğrendim.

Baba mesleği miydi?
Hayır. Baba mesleği değildi. Babam, sonradan ceviz kerestesi yaptı – sattı. O ayrı…

Bin dokuz yüz elli üç senesinde yeterli servete sahip olmuştum. Daha sonra, Ceyhan Irmağından ‘sal’ yürüterek, ticari faaliyetlerimi sürdürdüm.

Bir şekilde taşımacılığa meylettiniz?

Hayır. Al-sat yapıyorduk. Kerestecilik yaptık. İhaleye giriyorduk, ihaleden mal alıyorduk, satıyorduk.

Sonra elli dokuz yılında iki yüz metre küp tomruğumu sel aldı götürdü!.. Orman İşletme Müdürü, Jandarma ırmak kenarında tomrukları toplamaya başladı.

Ceyhan’ın ‘Hürüuşağı’ köyüne vardık. Hürüuşağı köyünde  ırmaktan çıkanları alıyorduk. Kadın’ın biri dedi ki: “Allah  yedirmesin,  benim çocuğum onu ne şartlarınan tuttu” dedi.

Ben de dedim ki yardıma gelenlere: “Beyler… Jandarma Komutanı var, Savcı var, ormancılar var... “Hepinize teşekkür ederim. Minnettarım. Ama ben bu işten vaz geçtim;  varsın, Çukurova zengin olsun” dedim!

Bir çöp almadan, döndüm geriye.

 

Neticede işim fena değildi. Bir ara, sendeledik. Ceyhan’a bir arkadaşın vasıtasıyla ‘hızar’ kurduk. Bir parti mal alacak kadar param oldu. Andırın’a ihaleye gittim. Teminatımı yatırdım; fakat kerestecilerle bir  anlaşmazlığa düştük. Kendimi kaybettim. Büyük keresteciler vardı; “ “bırak” dediler. “daha dün dirildin, gene geri başlama” dediler.

Vurdular, bıraktılar!..Vurdular, bıraktılar…

Beş bin metre küpe yakın mal vardı. Üç bin metre küpten fazlasını  aldım. Benim gücüm teminat olarak ancak, yüz metre küpe yeterdi. Teminatı da, Andırın’dan üçer beşer milyon topladım, öyle yatırdım.

Bir de İşletme Müdürü var, o da beni hiç sevmez! Yeni gelmiş.

Bir gün, İşletme Müdürü çağırdı. Yanına vardım. Baktım, bana yakın! Boynuma sarıldı filan. “Seni bana yanlış tanıttılar!” dedi.  “Senin teminatın yanmayacak, ben burada olduğum müddetçe”  dedi.

Altı-yedi ay sonra tomruk bir fırladı...

Sen geliyorsun, kerestecisin. Bedelinin yarısı kadar kâr veriyor.  ve nihayetinde alıp götürüyor…

Öyle güzel para kazandım ki...

Ben sinirden zengin oldum! Yalnız özün dürüst olsun, sözün dürüst olsun; bir insan için  bu yeterli. Takla atarsan, herkese tavır takınırsan, olmaz. Ticarette dosdoğru olacaksın.

Ticarette küslük olur mu?

Yerine göre…Küseceğin durumlar  vardır, küsmeyeceğin durumlar vardır. İnsan dostuna küsmez.

Hayatta ben şuna inandım ki  ‘Kötü Adam’ yok. Her adam bir yerde iyidir. Her insanın saati belli olmaz! Bugün böyleyse, bir hafta sonra ne olacağı bilinmez…Bir yerde kötü olursun, on yerde iyi olursun.

Ben hayatta hiç insan ayırmadım. Tecrübeme dayanarak…

Bir gün Andırın’da bir “Fevzi Efendi” vardı. Bir de “Uzun Ağa” lakaplı “Mehmet Ağa” vardı. Fevzi Efendi bana: Köye kamyonu ben götüreceğim” dedi.

“Zahmet etme,” dedim.

Arabaya bindim idi, Fevzi Efendi’nin ortağı geldi. “Bu araba, bir adım gidemez” dedi. “Çıkışacağız” dedi.

Fevzi Efendi sanki öldü!

Dedim: “Uzun Ağa, bu kamyona ortak mısın?” Dedi:“ortağız”

“Nasıl ortaksınız?”

“Yarı yarıya.”

“Borcu var mı Uzun Ağa’nın size” dedim. “yok” dediler.

“Öyleyse, arabayı çıkışacağız” dedim.

“Siz alırsanız, bir ay sonra ödersiniz.”

“Biz alırsak,” dedim; “pazartesi saat dokuz buçuk da alırsın paranı” dedim.

Elimi öptüler, yüzümü öptüler, kucakladılar, geri arabaya bindirdiler, götürdüler…

Ben kendi kendime,  “hayatta bunlarla bir daha merhaba etmem!” dedim. O kararda gidiyordum…

Bir gün,  Ceyhan’da ‘Mercimek Köyü’ var, orada kaza geçirdik, Hacılar’ın orada. Bizi sağlık ocağına getirdiler. Bizim Durdu  var, o da  baygın yatıyor doktorun yanında, yerde betonun üzerine. Doktor ilgilenmiyor, lak lak ediyor bir hastayı muayene ederken…

Doktora  dedim ki “görmüyor musun bu hastayı…’Bilmem ne’ dedim amma…Doktor’un üzerine yürüdüm! Doktor kaçtı…

Bir dakika sürmedi amma, bir at arabası durdu yanımda. Üzerine döşek atmış. Arabaya bindik bizi eve götürüyordu…Baktım, bir toz dumanı geliyor. O zamanlar asfalt yok. Araba, o kavga ettiğimiz adamın arabası! Kavga ettiğimiz adam da içinde. Ondan sonra dedim ki, “insanın yaramazı yok. Bu önemli bir şey.

Tabi, kimseyle kavga etmeyeceksin, küsmeyeceksin!

İşinizi nasıl geliştirdiniz? Sadece kereste ticareti  ile mi iştigal  oldunuz; yoksa, başka işler de yaptınız mı?

Yapmadığım iş yok gibi…

Şurada ‘Düldül Dağı’ var. Maraş’ın beri yanı. Keresteciler, oradan kereste almışlar. Orman İşletmesi  yapmış. Irmak boyunda.  Kimse ne alıyor, ne götürüyor; çıkmaz sokak.

Bana dediler ki: “Sen bunu Ceyhan’a indir; kirasını da biz ödeyelim, üçte biri senin olsun,” dediler.

Ve o malları indirdim, paranın üçte birini ben aldım.

Şimdi oradan bir ağaç dahi indiremezsin! O insanların gittiği yeri şimdi gördüğüm zaman tuhaflaşıyorum! Adamlar bir yerden giriyor, bir hafta sonra bir başka yerden  iniyor, ‘kaplıca’nın oraya.  Hayat o kadar zor ki!..

Çok şükür. Yalnız, babamın eli boldu…Ben de babamdan gördüm…Parayı sevmedim! Ne yapanı sevdim  ne de tapanı sevdim!

Cebimde para biterse daha rahat ediyorum. Para durdurmaz beni…Taşıyamam…Kim isterse ona veririm.

Ama, hiçbir zaman da ‘sıkılmadım’ Allaha şükür. Hayat bu yahu…Para bir yerde, her zaman lazım ama, kendi kendini geçindirecek kadar olsun, fazlasına gerek yok.

Dünya senin olsa ne olur; yarın gideceksin yahu! Yaşamasını bilelim evvela.

İskenderun Demir Çelik Fabrikası ve  Sanayi Bölgesi’nin kuruluşuna katkınızın oldu mu?

Demir Çelik Fabrikası’nın temel atma işini ben hazırladım. Ondan sonra depo inşaatları yaptım. Zannediyorum, Demir Çelik Fabrikası’nın üçte bir kerestesini ben verdim. Adana’nın Ankara’nın çok kerestecisi bana çalışıyordu. Çalıştık, yaptık…

Yalnız orada bir hata yapıldı: Rus makineleri kullanılmasaydı, fabrika daha  verimli olabilirdi…


İşte, başkaca ‘İnşaat’ yaptım, ‘ihracat-ithalat’ yaptım. Genelde kereste işi yaptım.

Dünya da otuz beş ülkeyi defa atla gezdim..Tabi ki ‘ticaret’ maksadıyla gezdim.

Diğer Ülkelere dair başkaca merakınız  oldu mu?

Şu an gezmem icap etse, ben yurt dışına gezmeyi tercih etmem.

Bundan neyi çıkarmalıyız?

Ülkem, hepsinden güzel!  Hiç olmazsa ‘güneşi’ var. Avrupa’ya gidiyorsun, bir ay güneş göremiyorsun. Fabrika bacaları her yeri sarmış, şehirler ‘duman’  altında.


Ticaret hayatı, sosyal ve kültürel anlamda  size ne kattı? Hayata bakışınızı nasıl anlamlandırdı?

Banim, ‘insana’ dair görüşlerimi-düşüncelerimi hiç değiştirmedi…Paranın azlığıyla, çokluğuyla varlığıyla hiç değişmedim.

Varlık ile yokluk arası, aynı oldu. İnsanlara karşı ‘değer yargım’ hiçbir zaman değişmedi.

Mesela, misafirlerim gelirdi. Diyelim biri; kravat takar- pantolon giyer-ceket giyer. Takımla gelirdi. Biri de şalvarla gelir; ben gider şalvarlının yanına otururdum! Çünkü ben oradan geldim. Şalvarlıların arasından geldim.

Bir gün  kapı çalındı, iki tane şalvarlı misafir geldi. Oturdular. Hanım: “Bu nedir böyle?” dedi.

Dedim ki: “Hanım, bu gördüğün şalvarlılar benim en kıymetli misafirlerim. Onlara, hiç kimsenin yatmadığı yataklar varsa, onu sereceksin.” Dedim.

Ama bir pintilik var.  ‘Yok’ olur; o ayrı. ‘Var’ olur; giymesini bilmezsin; ben ona değer vermem. Benim gücüm bu. Öbürüsün ki de o…Bir şeyi yoktan var edemezsin. Öyle adamların ruhu da yapısı da o.

Maalesef devrimizde  birinci rağbet para, ikinci rağbet kıyafet… “Paran varsa herkes kulun” diye bir laf var.

Maalesef böyle olduk. Ağlanacak  halimiz var.


Geçmişle, şimdiki ticaret anlayışı ve ahlakı hakkındaki düşünceleriniz nedir?

Rakamlarla ifade edilemeyecek kadar değişti… Eskiye göre on kat, yirmi kat değil; benim ifade edemeyeceğim şekilde değişti!

Ne söz var, ne sebat var, ne saygı var…

Şimdilerde ‘paran var, her şeyin var.’ ‘Paran yok, hiçbir şeyin yok,’ anlayışı hakim. Bu günkü ortamda haysiyette para, şerefte para, itibarda para oldu.

Allaha şükürler olsun, bu özellikler bende olmadı, bundan sonra da olmaz inşallah.


Parayla pek aranız yok galiba?

Ben sevmiyorum.

Bahçemdeki suyun satılması gerekir; ama ben satmıyorum. Çocuklar yüze de çıkamıyorlar. Ben de: “Bu dünyadan gittiğim vakit, ne haliniz varsa görün” diyorum.

Çünkü; para da bana çok sıkıntı verdi! Ben para yüzünden çok sıkıntı çektim…Neredeyse birkaç kişiyi öldürecektim!

Neler geldi, neler geçti…

Onun için, Allah ne veriyorsa,  hayırlısını versin.

Önemli olan ‘insan’ olabilmek. Ne olursan ol, önce insan ol. Hiçbir şeyinin olmaması önemli değil. Benim nazarımda insan ol.

Ama kimilerine de bakıyorsun, eline üç kuruş geçti mi huyu da, suyu da, insanlığı da değişiveriyor…

Maalesef, bir ‘Ahlak Yozlaşması’dır  aldı başını gidiyor!..

Bunun örneğini mesela köylerde görüyoruz: Devlet ‘tarla parası’ veriyor, ‘ekim parası’ veriyor. Bu uygulamanın yüzde doksan dokuzu değilse de, yüzde altmışı yanlış! Olmaz öyle şey.


Su istimal edildiğinden mi;  yoksa verimsiz kullanımdan dolayı mı?

Mesela şimdi, bir yeşil kart var. Ya herkes alacak bunu, ya da ihtiyacı olana ver kardeşim. Güzel bir şey aslında. Çok güzel bir şey. İcabında adamın cebinde içecek çay parası dahi yok, ona yardım et. Yeşil kartta ver, kırmızı kartta ver,  her şeyi ver…

Benim cebimde en az üç yüz kadar yeşil art var. Bana ısrar ediyorlar; “ille muhtar olacaksın” diye.

“Olmam” dedim. Babam da muhtarlığı sevmezdi. Ama “ muhtar olursam bir şartım var” dedim, köyde misal,  ne kadar yeşil  kartı olan varsa; diyelim üç yüz-üç yüz elli. “Ben  Muhtar olduğumun haftasında,” dedim,” bunun en fazla yüze inmesini talep ederim,” hemen.

Ben devletimi-milletimi severim.

Senin kamyonun var, minibüsün var; bir de yeşil kartın var! Ben o köyden değilim. O köyü taşıyamam. Yazık olur. Al ama, ihtiyacın varsa al. İhtiyacı olana devletin verdiği imkanlar güzeldir elbet. Hayatında cebinde beş kuruşu olmayan bir ailenin cebi para görüyor…Bir yere gidemeyen, o parayı alıyor bir yere gidiyor. İşini görüyor.

Ama bazı arkadaşlarımız  diyorlar ki: “Devlet bize  para veriyor, iş yapmıyoruz.”

O zaman başkası yapsın kardeşim.

Maalesef böyle bir durum. İnşallah iyi olur diyoruz amma, gidişat iyiye gitmiyor…


Şu an Boğazören Köyü, Bey Pınarı Mevki’nde  bulunuyoruz. Sürekli burada mı yaşıyorsunuz?

Burada yaşıyorum.


İçinde bulunduğumuz ve size ait olan bahçe kaç dönüm üzerinedir?

Burası otuz dört dönümlük bahçe. On bir dönüm de ayrıca var. Toplam kırk beş dönüm meyve bahçem var.

İki yüz metre yakınında ev yok. Olmasını da istemiyorum. Allah ömür verirse hayatımı burada tamamlayacağım.

 

Sağlıklı mısınız?

Ben dört sene yattım! Bir tarafım felç oldu, doktor doktor gezdim…  En sonunda Hacettepe Üniversitesi’nde Hasan Karaman isminde bir doktora gittim. Hayat Hastanesi’nde ‘anjiyo’ oldum. Üç damarım tıkalı idi.

Neticede Dr. Hasan Karaman bir şeylerden şüphelendi! “Felç” geçirmişsin dedi. Felçten mütevellit, sol tarafımdan iki kere kafa taraması filmi çekti. İkisi de aynı neticeyi verince, bana gün verdi: “Senin doktorla işin yok. Ama şansın varmış ki bana düştün, git nerde yaşarsan yaşa, kaç gün yaşarsan yaşa” dedi, yolladı. Ondan bir sene sonra Allah ‘şifayı’ bana burada verdi.

Bir gün vakit geçirmek için buraya geldim ama, iki elimde iki değnekle geldim. Hava birkaç gün güzeldi. Buradaki evde kaldım. Sabah tarhana çorbası içtim  galiba,  arkasından durmadan su içtim... Her halde öğleye kadar on bardak su içtim. (bahçesinde çıkan kaynak sudan).

Ertesi günün sabahında  kalktığımda, kalp çarpıntısında bir hafifleme olduğunu fark ettim!

Burada on üç gün kaldım. Sekizinci günde çarpıntı geçti, on üç gün sonra doktora gittim. Doktor beni yeniden muayene etti: “Senin kapalı damarın yok” diye bana rapor verdi.


Anladığım kadarıyla bahçenizdeki kaynak sudan şifa buldunuz?

Evet, evet; ‘şifa’ bulan çok!..Her gün üç-beş-on kişi gelirler.

En çok da Konya Ereğlisi’nden gelirler.


Onlar bu suyu nasıl keşfettiler?

Ben bir gün oraya gitmiştim, orda lafı geçti. Bir Kamyoncuyla rastlaştık; “Ağabey sen hastaydın, n’oldu?” filan dedi. Ben de durumu anlattım. Orada bulunduğumuz mağazanın sahibi de dinler imiş. Adamla ahbap olduk. Hâlâ  gelir gelir-gider. Buradan su almak için çocuklarına bile güvenmez. Arabasıyla gelir, her seferinde bir ton su götürür. Ayda veya bir buçuk ayda gelir-götürür.

Sonra bu suyu dolaba koyma, kapta kalsın, altı ay bir şey olmaz.


Anladığım kadarıyla, ticaretten elinizi eteğinizi çektiniz, ömrünüzün kalan kısmını burada geçirmek istiyorsunuz
?

İnsan belli bir yaşa geldikten sonra, bazı şeyleri çekemiyor.

Ben Devlet Dairesi’nde hiç çalışamam. Çünkü benim alışamadığım bir şey usule geldi.

Bir Devlet Memuru, yanına gelen vatandaşa bir yakınlık göstermeli. Güler yüz göstermeli. Sert olmamalı. Bu sebeplerden dolayı her şeyden nefret eder oldum.


İnsani ilişkilerini zayıf/yetersiz mi buluyorsunuz?

Maalesef öyle… Memurluğu büyük oranda bayanlara vermeliyiz. Onlar daha ‘nazik’ davranırlar. Memur olmak için can atarız, işe girdikten sonra da ‘kral’ kesiliriz.

İnsan, yediği ekmeğin hakkını vermeli. ‘Türk Memuru’ olarak gurur duymalısın.

Hatta bir zaman, Maraş Valisi Orhan Akbay vardı; öldüyse Allah rahmet eylesin. İyi dostumdu. On üç saat makamında oturduğumuzu bilirim. Öğleyin geldik, on üç saat sonra çıktık.

Bir gün dedim ki: “ Sayın Valim, bir şey soracağım” dedim. “Sor” dedi. “Siyasetin yıkmadığı vicdan , paranın açmadığı kapı tanıdın mı” dedim.

Cevap vermedi, ben de ısrar etmedim.

Müslüman çocuğuyuz ama, nelerle karşılaşıyoruz azizim. Evvela insan ol, sonra da Müslüman ol. “Müslüman” anlam olarak: Doğru, dürüst, güvenilir, emin kişidir. İnsan değilsen, Müslüman olsan neye yarar. Maalesef, günümüzde Müslümanlığı sabote edenin haddi hesabı yok.


Birikimli bir  müteşebbis olarak  ‘ekonomik anlamda’ şimdiki  ve  ilerleyen zamanlarla ilgili öngörünüz nelerdir?

Aslında dün ne idik, bu gün neyiz; yarının ne olacağı belli değil… Çünkü; bizim köyümüzde en varlıklı insan babamdı. Babama ‘zengin’ derlerdi. Babamın neyi vardı: İki çift öküzü vardı, iki çift beygiri vardı. Yetmiş-seksen tane keçisi vardı. Bununla zengin derlerdi. Et eve ayda bir kere, veyahut yirmi günde bir girerdi. Tarhana çorbası, bulgur çorbası, dövme çorbasıydı yediğimiz. ‘Pirinç’ bile lükstü o zaman.

Ama şimdi, Allaha şükürler olsun. En fakirinin evine gitsen, her şey var…

Millet artık üretmeye alıştı.


Eskiden neden üretemiyorduk?

Bilgi yoktu.


Biz ne zaman üretmeye başladık?

Daha ziyada, elliden sonra başladık…Ben bu bahçeyi de kendim için yapmadım…Buranın halkı görsün, örnek alsın, fidancılığa ben de yardımcı olayım diye… Binlerce fidan verdim köylüme, çevreme. Ama yüzde doksanını ihya etmedi. Diktiler; olduysa oldu, olmadıysa olmadı. Bizde öyle…Dikerler bakmazlar. Zor gelir onlara. Aslında yazık ediyorlar. Arazinin değerini bilmemiz lazım. Ne ekilirse verim alınır, bilmemiz lazım. Daha benim bile bilmediğim çok şey var. ‘Her şeyi ben biliyorum’ demiyorum. Ben buraya kadar geldim, birileri de çıksın bundan sonrasını daha iyi yapsın, ben de onlara imreneyim.

Maalesef…Var bir kımıldama ama… Çalışırlarsa…


Tamam. Ürettik…Ama nasıl satacağız?

Bugünkü ortamda az mal değil, çok üretmelisin… İstersen dağın başında ol, müşteriler ayağına gelir. Önemli olan; malın kalitesi ve miktarıdır.


Bir iş adamı olarak  Andırın’ın kalkınmasına yönelik düşünce ve/veya projeniz var mıdır?

Bir zamanlar meyvecilik iyiydi. Düz arazin olur, suyun olur, yap. Meyvecilik  kötü değil; çünkü devamlı akardır.

Biz şuraya (bahçe işaret ederek) ekin ekerdik, iki ton buğday alamazdık. Masrafı da aşağı-yukarı o

Kadar.  Ancak geçinirdik. Şimdi meyve yetiştiriyorum. Hiçbir emek sarf etmesem dahi on beş-yirmi bin-yirmi beş bin lira gelir getirir.

Ben bahçemde yetişen meyvelerimin yarısını satıyorum. Kalanını gelen yer, giden yer. Yemek serbest…


Bahçenizde ‘tür’  olarak kaç adet meyve ağacı bulunmakta?

En çok  nar  var. Bin üç yüz kök kadar. Yüz kırk kök  bodur ceviz, kiraz, badem dahil bir çok çeşit meyve ağacı mevcut.

Kirazın dört-beş çeşidi var. Normal ve kızılcık. Kızılcığın da çeşitleri var.

Bin dokuz yüz elli altı yılında Andırın’a merhum  Ziraat Bakanı Nedim Ökmen geldi. Fidan gönderecek oldu, gönderdi. Bana on yedi adet  meyve  ağacı düştü. Sonra, bin dokuz yüz elli dokuz yılında elmanın bir tanesi mahsul verdi. Ben de ilk mahsulden Andırın’a gelen Baş Müdür’e hediye götürdüm. “Nerden bu” dedi. Ben de: “Sayın Bakan’ın verdiği Elma Fidanları’nın ilk mahsulü” dedim.

“Bunu Bakan’a gönderelim” dedi. Bir hediye paketi yaptık. Bir de not düşerek: “Sayın Bakanım, filan tarihte bize vermiş olduğunuz  elma fidanlarının ilk mahsulünü size gönderiyorum, hürmetlerimle” diye gönderdim.

Ondan sonra, Bakan bana beş yüz adet ‘elma fidanı’ tahsis etti.

Eskiden ne istersen yapılırdı. ‘Haklı ol’ yeter ki.

Bir gün; bu civarda hiç okul yoktu. Rahmetli Menderes’e bir mektup yazdım: “ Sayın Başbakanım” dedim. “Civarımızda bulunan on iki köyde ilkokulu bitiren tek ben varım” dedim. Keşke bende bitirmeseydim. Okulu olan köylere gidiyorum, çocuklar bir insan geçerken, selama duruyor, ne mutlu şey. Benim köyümdeki  talebeler-çocuklar ise insana ve vasıtalara ’baykuş’ gibi bakıyorlar, ne acı şey” diye, buna benzer sözlerle bir sayfa mektup yazdım gönderdim.

Ondan sonr, Andırın Kaymakamı beni çağırdı: “Başbakan, okul yapılmak üzere ödenek göndenmiş, Maraş’a git,” dedi Kaymakam. Maraş’a gittim. Vali Bey: “Hemen ihaleye koyun, okul yapılsın” dedi ve bizim Köy’e o zaman okul yapıldı.


Bahçenizdeki şelâlenin önceleri bir işlevi var mıydı?

Daha önceleri değirmenimiz vardı yerinde. Yalnız, toprakta bir aşınma var. Burası benim bildiğim, dört metre kadar aşağı indi. Şu dağda da aşınma var. Toprak gidiyor, taş kalıyor; toprak gidiyor, taş kalıyor…

Benim düşünceme göre, orman köylerindeki arazilerin elden çıkması lazım. “niye?” dersen:

Daha önce ‘saban’la çift sürerlerdi. Sürülen toprağın aralarında otlar kalırdı. Şimdilerde ‘köten’le sürdüklerinden, o aradaki otlar kalmıyor. Yağmur hızlı yağdığında  toprağı  alıp götürüyor…


Kara Saban’a bir şekilde ‘çevreci’ diyebilir miyiz?

Diğeri verim bakımdan iyi ama, tarlanın aşınmaması bakımından da kara saban  daha iyi.

 

Biraz da aile hayatınızdan bahseder misiniz?

On çocuk sahibiyim. Altısı kız, dördü oğlan.

On bir düğün yaptım.


On çocuğunuzun olduğunu söylediniz. On birinci düğün nasıl oldu?

Birin, iki kere evlendirdim. Norveç’ten bir hanım aldı, geçinemediler. Oğlanda haklıydı. Aralarında ‘kültür’ farkı, ‘yaşam’ farkı vardı. O diskoda misko da büyümüş. Biz onlara ruhen alışık değiliz. Ne kadar şehirlide olsak, biz onlara alışık değiliz.


Çocuklarınızın iş durumu nedir?

Herkesin bir mesleği var. Boşta olan yok.

Sonra, bir şey daha tuhafıma gider. Sosyetenin içinde de bulundum ama, sosyeteyle hiçbir zaman samimi olmadım. Kıyafetleri benim hiçbir zaman hoşuma gitmedi. Benimseyemedim.

Mesela; ben gezmeye gittiğim zamanlar  derlerdi: “filan adamın bir kızı var, nasıldı?” diye.

“Görmedim ki” derim.

Ben hiç bir kadının yüzüne gözüne bakmadım, bakmam da.

Mesela caddede yürürken, hiçbir pencereye bakmam. Baksam da görmem. Böyle alışmışım. Başkasının namusunu iyi niyetle görürsen, kendi namusunu da iyi niyetle görürsün.

Galeri


İş Adamı Mustafa Dal
İş Adamı Mustafa Dal
İş Adamı Mustafa Dal
İş Adamı Mustafa Dal