Ahmet Yaycıoğlu

Söyleşi: Hüsnü KARCI
‘Yaşam biçimi’ ve ‘kültürel ‘ manada; şartlar gereği , toplumlarda katmanlar meydana gelmektedir. Bir tarafta, tabana ve geniş nüfusa dayanan ‘Avam’ kültürü; diğer tarafta ise, ‘batı’ anlayışıyla literatürümüze giren ‘aristokrat’ ya da ‘elit’ diyebileceğimiz ‘soyluluk ‘kültürü meydana gelmektedir. Yaycıoğlu Ailesi’ni aristokrat bir aile olarak tanımlayabilir miyiz?
Senin anladığın manada söylemeyeceğim. Evet. Yaycıoğlu Ailesi aristokrat bir ailedir. Biraz da ‘yüksekten bakmak’ gibi algılanabilir. Benim konumum farklı…Ben bir Yaycıoğluyum. Bununla da gurur duyarım. Farklı ortamlarda yetiştim. Benim bir tarafım Yaycıoğlu, bir tarafım Abazaoğlu; Yani Kayranlar. Tabi, Abazaoğlu-Kayran derken, Kayran’dan mı gelir; yoksa, Kayranın bir tarafı da Cıngıloğlu; Cınoğlu’ndan mı gelir? Ben oraya yorumladım. Cıngıloğulları çok harbi, çok saf, çok temiz insanlar. Ben, dedemin yanında büyüdüm, Annemin Babası. Anne Babam’da, dayılarımda ve hala Annemde onlardaki saflığı görürüm. Tevazuu görürüm. Yaşamım boyunca aldığım kültür, onlardan aldığım kültürdür. Aristokrat olarak değil, tevazuu benimsemiş olarak. Hani, Osmanlı Padişahları geleneğinde, Padişah saraya girerken, saray erkanı hep bir ağızdan Padişaha “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” derler.
Bu deyim, Osmanlı İmparatorluğu’nun asırlar boyu var olmasının sırlarından biri olsa gerek.
Tabi, tabi. Padişah da ete kemiğe bürünmüş bir insandır nihayetinde. Yanlış yapabilir, yanılabilir de. İşte bu hatırlatma aklın, vicdanın, tevazuun hatırlatmasıdır.
Ne kadar büyürsen büyü, küçülmeyi de bilmelisin. Ben; ölüme, gayrisinin ise boş olduğuna inanan biriyim. Onun için, senin söylediğin manada aristokrat değilim. Aristokrat olarak da yaşadım. Memuriyete başladığım yıllarda yaşadım. Düşünün, vatandaş size geliyor, “bu Ahmet Yaycıoğlu, Hüseyin Ağa’nın oğlu, Küçük Ağa’nın damadı,” diye geliyor. Yani, işinin hallolunması için geliyor. Bu manada kapımı çalıyor ve yardım istiyor. Odamdan içeri girerken ayakkabısını çıkaran insanları gördüm. El pençe divan duran insanları gördüm. Nereden kaynaklanıyor? Yaycıoğlu imajından kaynaklanıyor. Böylesi durumlar beni hep rahatsız etmiştir.
Ne yaparsan yap, Allah için yapacaksın. “ Yaptıklarının karşılığını aldın mı?” dersen, “hayır!” İyilik yapmadığım insanlardan daha fazla ‘kibarlık’ gördüm, ‘saygı’ gördüm, görüyorum da! Ben iyilik yaptığım insanlardan karşılık beklemiyorum. Beklememektir doğru olanı. Felsefe; Şeyh Edebâli’nin felsefesidir. Önemli olan; gönüllerini kazandığın insanlara ‘rahmet’ okutabilmektir. Önderim ve rehberim, Zilfiaroğlu İsmail Ağa’dır. Ben kendisini tanımam ama, hikayelerini dinlerim.
Elbistan’a bir ziyaretim sırasında, Adamın biri: “İsmail Ağa’yı tanır mısın” dedi. “E, tanırım” dedim. Ne de olsa kayınbabam. Ama, kayınbabam olduğunu söylemedim. Adam gözleri dolarak İsmail Ağa’yı anlattı…
İsmail Ağa denen adam kırk dörtlü yıllarda kırk iki yaşlarında vefat etmiş. Bu hikayeyi dinlediğimde, zannedersem, seksen yedi-seksen sekiz yılları idi. Aradan kırk beş sene geçmiş olmasına rağmen, Adam bugün gibi gözleri dolarak anlatıyor. Adam ,“ağa” idi. Adam, “insan”dı, diyor.
Kağnı ile giden bir Göksun’lunun öküzü ölüyor. Adamı ağlarken görünce: “bir çift öküz verin” diyor. Adam’da diyor ki:
“Sen beni bilmezsin, tanımazsın kardeşim, bana nasıl bir çift öküz verirsin?” diyor.
İsmail Ağa:
“Ben sana Allah rızası için veriyorum,” diyor. “Sen de ‘insan’san, gün olur, getirir verirsin. İnsan değilsen ne yapayım kardeşim” diyor.
Yani, kırk –kırk iki yaşlarında bir Adam ölüp gidiyor. Kırk-elli sene sonra, arkasından bunlar söyleniyor…
Bir insan, yaşamı süresinde bunları gerçekleştirebiliyorsa, ne mutlu. Bunları yapamıyorsan, ot da doğuyor-büyüyor- ölüyor. İtte doğuyor-doğuyor-büyüyor ölüyor. Benim mantık ve felsefem bu. Böylesi değerlere önem veriyorum. Ahmet Yaycıoğlu’nu herkes çiğneyebilir. Hiç önemli değil.
Son zamanlarda “Andırın” temalı ‘Sivil Toplum’ oluşumlarında önemli gelişmeler var...
En büyük hasletim, en büyük arzu ve isteğimdi. ..Cenabı Allah bu çalışmaları bizlere göstermeyi nasip etti.
Tabi, siyasi mücadeledeki yalnızlığımın, teşkilatsızlığım ‘ne olduğunu’ gördüm. Etrafımda böylesi kuruluşlar olsaydı, böylesine yetişmiş insanlar olsaydı, Andırın’ın ‘maküs talihi’ çoktan değişirdi. Seçimlerde ne kaybettim? Çok şeyler kaybettim! Kazandım ama, çok şeyler de kaybettim. Yani; o günün şartlarında. Çünkü; sözlerimin başında da söylediğim gibi, Maraş’ta bir memur ve/veya bürokrat olarak kısmen ‘neler yaptıklarımı’ anlattım. Ama, siz sorun ki söyleyeyim… Andırın’da gördüğünüz; devlet tarafından yaptırılan ne varsa, yüzde yetmiş-sekseninde benim imzam vardır, katkım vardır. Benim amcam, üç dönem milletvekilliği yaptı. Babam, bir dönem milletvekilliği yaptı. Babamın dayısı, bir dönem milletvekilliği yaptı. Ali…bir dönem milletvekilliği yaptı. Annemin amcası, bir dönem milletvekilliği yaptı. İddia ediyorum; hepsi akrabalarım, canlarım ciğerlerim. Hepsinin milletvekili olduğu dönemlerdeki hizmetlerini bir toplayın; benim bürokrat olarak veya bir Andırınlı olarak yaptığım hizmetlerin zekâtı dahi olamaz. Ahmet Yaycıoğlu milletvekili olsaydı; yapamayacağım iş yoktu. O kadar iddialı ve hazırlıklıydım!..
Projelerim vardı; düşüncelerim vardı… Neyi, nereden alacağımı biliyordum. Mesela: Andırın-Maraş yolu oradan gitmezdi. Andırın-Kadirli Yolu buradan gitmezdi. Kadirli, Göksun’a bağlanırdı. Andırın, Karasu’dan Maraş’a bağlanırdı. Andırın, Kadirli, Göksun’a bağlanırdı. Kuş uçuşu. Petrol İstasyonumuz un olduğu yerler devre dışı kalıyor. Arazilerimizin, tarlalarımızın olduğu yerler devre dışı kalıyor. Geben; bugün, gümbür gümbür baraj suyu ile sulanırdı. Geben, Sisne, Bunduk arazileri bugün ‘sulu tarıma’ çoktan açılmış olurdu. Akifiye, Çokak, Bövme’nin çoktan göleti yapılır, sulanırdı. Bunların ‘projelerini’ yaptırdım. Bir yetkili bürokrat olarak, söz konusu projeleri ihale aşamasına getirdim. Hatta ve hatta, Hapısağzı göleti’nin ‘izodebisi’ni kaydırdım. Maalesef, biz bunları kaybettik! Neden kaybettik? İşte bu Sivil Toplum Kuruluşları’nın var olmamasından kaybettik.
Adana’ya geldiğimde, ilk yaptığım iş; Andırın Derneği’nin toplantılarında bir araya gelmenin, bir yer sahibi olmanın, kucaklaşmanın ve Andırınlılara sahip çıkmanın nedenlerinden hep bahsettim. Hiçbir toplantılarından kaçmadım. Hepsine iştirak ettim. Hiçbir yardımı esirgemedim. Ne istedilerse verdim. Bu benim ‘gönüllülük esasına’ dayalı severek, haz duyarak yaptığım ve her zaman da yapacağım, ‘onur’ duyduğum yardımlaşma anlayışımdır.
Diğer taraftan ise, maalesef; seksenli yılların verdiği sıkıntıların etkisini hala tam olarak kıramadık! Ama, ‘görüş ayrılılıkları’ yeni yeni kırılmaya başlandı. Gelişmeler güzel. İleriki zamanlarda daha da güzel olacak. Sağ olsun; yetişkin, münevver insanlarımız bu hususta gayret sarf etmektedirler. Şu derginin çıkması dahi ne demek. Büyük bir lütuf! Bu adam (Ahmet Narinoğlu), bunu, belki de elli sefer gündeme getirdi. ..“Bir şeyler yapalım” diye çok uğraştı…Ama, gerçekleştiremedi. Allah razı olsun; bugün Ankara’da derneğimiz var. Maraş’da kuruldu. Osmaniye’de, İstanbul’da derneklerimiz var. Bu çalışmalar, büyük bir gücü oluşturur. Bu birliktelikler koordine edilmeli. Bir çatı altında toplanmalı, yönlendirilmeli… Gerek duyulduğu hallerde kanal ize edilmeli…Bu seneki şenlik ne kadar güzeldi! Andırın’da yaptığınız şenlik. Tebrik ediyorum. Ankara ‘da yaptığınız o toplantı, ne kadar güzeldi! Bunlar, güzel gelişmeler. Daha güzel ve kapsamlı toplantıları, şahsen çok arzu ediyorum. Beklentilerim şu: Hep söylüyorum. ”Andırın bir yerlere varmalı… Andırınlılar, kendilerine bir sahip bulmak istiyorlarsa, Andırın ‘gelişmek’ istiyorsa; mutlak surette, “siyasetini, Osmaniye ile birleştirmek mecburiyetindedir!” diyorum.
Benimle ilgili duruma gelince: Herkese açığım… Hoş geldiler, safa geldiler…Ben, her zaman emirlerinde oldum; emirlerindeyim; emirlerinde olmaya devam edeceğim… Ha, niye? Borç ödüyorum!..“Ödedin mi?” “ödedim.” Ödemeye de devam edeceğim… “Niye?” “Alacaklı olmak” için. “Niye alacaklı olmak istiyorsun?” dersen: Vasiyetim; öldüğümde, cenabı Allah kısmet ederse, oraya (Andırın’a) gömsünler! Mezar yerimi de aldım. Alıp beni götürsünler. Arkamdan iki laf söylesinler…Tabi, neyi ‘hak etmişsem’ onu söylesinler. Ömrümün sonuna kadar da, elimden geldiğince ‘hizmet’ edeceğim…Çoruma çocuğuma da aynı şeyleri aşılamaya çalışıyorum.
Son dönemlerde yapılan , Çınargeçidi’ni de kapsayan “HES” projeleri hakkındaki düşünceleriniz?
Memleketimiz hayrına yapılan her şey iyidir ama; yapılırken, projelendirilirken iyi düşünmek gerekir. ‘HES’ bana ne verecek? Benden ne alıyor? Buna bakarım. Bir ‘Çınargeçidi’ meselesini ele alırsak; “bana ne verdin ki, benim kaynaklarımdan istifade ediyorsun be kardeşim?” Aslantaş Barajı’na kırk tane HES…Ne faydası var bana? Benim geniş arazimi aldın, ‘yok pahasına’ aldın, beni göçebe ettin, muhacir ettin, her birimizi bir yerlere dağıttın, nüfusumu azalttın… Yazık, günah! Hep bize vurmayın, biraz da ‘âdil olun’ yani.
‘Hak arama’ anlamında, gerek fert olarak, gerekse STK’lar olarak, hukuki yollar denense, sonuç alınabilir mi?
İstifade etmenin imkanı yok! Devlet ihaleye çıkarmış, adam ihaleyi almış. Bunu satan devlet, bu parayı bana versin kardeşim. Hiç olmazsa, benim coğrafyama yatırım yapsın. Hep mi benden alacaksın..? Ormanlarımı yedin, bitirdin; bir yolumu dahi yapmadın. Arazimi aldın, götürdün; bana bir fabrika yapmadın. Şimdi de mesire yerleri gibi şunları bunları alıp götürüyorsun, bana bir şeyler vermiyorsun. Maraş Belediyesi ‘suyumu’ aldı, götürdü, bana bir şey vermedi. Bize yazık-günah değil mi? Bir sefer de olsun, verin yahu!..
İşte, STK’lar bunun için lazım. Sonra ne lazım? ‘Siyaset’ lazım. ‘Önder ‘ve ‘lider’ insanlar lazım. Ama, bana “gel siyasete gir” diyorsan ki, ben giremem! Sırtım ağrıyor yahu...Sırtım yerden kalkmadı. Kaldırıp, kaldırıp vurdular yere!..Beni niye ‘yıktırdın’ kardeşim? Sırtım ağrıyor. İkincisi; ben senden vaz geçemem. Seninle ‘kötü’ olamam! Ben biraz daha uzatırsam, sen benden ‘nefret ‘edersin! Tadında bırakmak lazım. Yoksa; et tırnaktan ayrılır mı? Ben kendimi sana hep ‘borçlu’ hissetmişim. “Borçluyum…” diyorum. Aktif siyasete giremem, neden giremem? Müptezelleşirsin! Arkadan gençler geliyor, onlar çıksın yola. Niye “hep ben?” Olur mu? “Biz ne zaman büyüyeceğiz” demezler mi arkadan gelenler. Ahmet Beyi görüyorsun. Bölmeyin! Biz bölündük, kaybettik!..Bölünmeseydik, Andırın kazanırdı.
Mühendissiniz. Memuriyetlik de yaptınız. Şu an ticaretle iştigalsiniz. Adana’da ikamet ediyorsunuz. İşinizden memnun musunuz? Önünüzü görebiliyor musunuz?
Evet. Tevazuu sahibi bir insanım ama, bazı şeylerde tevazuu sahibi olamayacağım. Memuriyetten ayrıldığım zaman, cebimdeki paranın hepsi bir memur maaşı idi. O günün şartlarında, Bayındırlık Müdür Vekili olarak aldığım para altı bin lira idi. Aybaşında maaşımı aldım ve ‘istifamı’ verdim! Andırın’a geldim. Dört bin beş yüz lirasını harcamışım, geriye bin beş yüz lira param kaldı. Bayındırlık Müdürlüğü’nden sonra; köprü başlarında, çadırlarda, işçilerle beraber yatarak; yerine göre de kazma-kürek sallayaraktan bu günlere geldim. İlk iki senem büyük sıkıntılarla geçti! Çok yakın bir dostum vardı. Elbistan’lı. Dostumdan çok fayda gördüm. Zaman zaman destek çıktı. Bir de Andırın’dan Hüseyin Tezcan. Çok yakın dostum. Bana evini açtı, ev verdi. Hızarı vardı; bana hızarından kereste verdi. Borca kereste verdi. Ondan sonra, her sene vergi rekortmeni oldum. Allaha şükürler olsun, daha sonra, Andırın dışında Maraş’da bir-iki iş yapınca; yine Rabbime şükürler olsun, bir Andırınlı olaraktan Maraş’da ikinci vergi rekortmeni oldum. Güzel bir duygu! Özellikle vurguluyorum! Maraş Ticaret Odası beni davet etti. O zaman Milli Eğitim Bakanı Nevzat Ayaz’da var. Vergi Rekortmenleri anons ediliyor…Birinci sırada eczacı bir iş adamı var. Arkasından, Ahmet Yaycıoğlu ismi anos edildi. “Ahmet yaycıoğlu” deyince, ben şaşırdım! “N’oluyor, filan” dedim. “Sen ikinci oldun” dediler. “Ne de ikinci oldum” diye sorduğumda, “vergide” dediler. Birinci olan bir açıklama yapmadı. Mikrofonu bana uzattılar. Bütün Maraş orada. Aynen söylediğim şu: “Sayın Bakan, Sayın Valim, Sayın hemşerilerim! Ahmet Yaycıoğlu gibi, Maraş’ın en küçük kazası olan Andırın’da; ‘taşeron ‘ bazında iş yapan bir Adam, K.Maraş gibi bir İl’de ikinci sırada vergi rekortmeni oluyorsa; hem vatandaş düşünsün, hem devlet düşünsün!” dedim ve mikrofonu geri uzattım. O an sanki salona ‘bomba ‘düştü! Adamın günlük cirosu, benim yıllık ciromdan fazla. Böyle bir ‘onuru’ yaşadım!
Daha sonra, Adana’ya nakletmek durumunda kaldım işimi. Allaha şükürler olsun ki, Adana’da da ikinci derecede vergi rekortmeni olduk. Bu, benim için ‘gurur kaynağı ‘olduğu kadar, hemşerilerim için de gurur kaynağı olmalı.
Bunları yaşarken, yaşamım boyunca ‘hırs’ ve ‘ihtiras’ sahibi olmadım. Bana yetecek kadar iş yüklendim; yüklendiğim işleri bitirmeye çalıştım. Tabi, kalan zamanlarımı da hemşerilerime adadım…